Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, 1976 yılında Politika gazetesinde tefrika olarak yayımlandığında gerçekçiliği ile Sevgi Soysal'ı 12 Mart'ın simge yazarı yapmıştı. Faşizmin olduğu kadar, insancıllığı ve yaşamı yadısyan bir devrimciliğin de, aslolanın hayat olduğunu en iyi bilen kadınlar karşısında düştüğü durumları anlatan bu kitap, Sevgi Soysal'ın ince alaycılığının belki de en yetkin örneğidir...
Sevgi Soysal was born in Istanbul in 1936. She grew up in Ankara with her father, an architect-bureaucrat originally from Salonica, and her German mother. She studied archaeology in Ankara, continuing her education in that field as well as theater at Göttingen University.
Soysal’s first volume of short stories, Tutkulu Perçem (Passionate Bangs), was published in 1962, the same year that Soysal began working for the Turkish national television and radio (TRT). She went on to write Tante Rosa, a novel of interconnected stories based upon the life and personality of her aunt, Rosel. Her novel addressing male-female relationships and the issue of marriage, Yürümek (Walking), was banned upon charges of obscenity. In 1974 Soysal won the prestigious Orhan Kemal Award for Best Novel for Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (Noontime in Yenişehir), which she had written while in prison. Her novel Şafak (Dawn), in which she criticized the coup of 12 March by way of the story of a woman exiled in Adana, was published in 1975. Her memoirs of prison life, originally published in the newspaper Politika, were published in a single volume as Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (Yıldırım Area Women’s Ward) in 1976. In another book of short stories, Barış Adlı Çocuk (A Child Named Peace), Soysal describes with great literary aplomb the social and political changes during that time, often based upon keen observations of her personal experiences.
Soysal was diagnosed with cancer, which resulted in her death on 22 November 1976. She left behind an incomplete novel, Hoşgeldin Ölüm (Welcome, Death!).
A masterful critic of social injustice, gender inequality, and militarism, Sevgi Soysal’s writings are essential to understanding Turkey since the 1960’s. The fact that Soysal’s complete works continue to attract a devoted readership is proof of the power of her writing, as well as her lasting influence upon both the Turkish public and the intelligentsia.
Soysal’s early stories and essays are of an existentialist bent, as they emphasize the anxiety of the individual vis-à-vis society. In her later works, Soysal’s focus shifts to that of the relationship between the individual and society and to various social issues. Soysal stands out as an author who refused to meet the constricting social demands of her time, most especially those concerning gender. Soysal never flinched when it came to challenging the conformism that she observed in society, including that within the oppositional leftist movement, though she herself took a keen interest in contemporary leftist ideology. In her works, whether memoirs of prison life in Ankara, or the novel-in-stories, Tante Rosa, or any of her other works, Soysal addresses the loopholes, the hitches and glitches in the dominating system with sharp intelligence and scathing irony. Female protagonists who are not afraid to reckon with themselves, or to question their own actions and how those actions are dictated by society, always hold a prominent place in Soysal’s work. These are characters who do not hesitate to embark upon adventures, to live their lives rather than remaining pent up or static, even though they often know that their lust for life will inevitably lead them into certain pitfalls. Whether within the context of prison or the leftist movement, as a newspaper columnist or as a “housewife,” Sevgi Soysal never failed to criticize, with her ironic wit, both herself and the social pressures that constrict the individual, and to reveal the inner workings of daily oppression.
Turkish journalist Yıldırım Türker says that for him, Sevgi Soysal is “a tulle of shrewd attitude, rebellious joy, and intelligence glistening with the sheen of compassion, through which I viewed the world in my early youth.”
“ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar çok alıştım ki. ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki.”
sevgi soysal sevgisinden tansiyonum düştü okurken. korkunç şeyler yaşamış soysal ve arkadaşları. ama bunu o kadar naif, süslemeden, abartmadan (gerek yok çünkü, zaten yeterince korkunç ve utanç verici) anlatmış ki; bu utancı nesilden nesile aktarmanın daha iyi bir yolunu düşünemiyorum. kahkaha attığım da oldu okurken, gözlerimin dolduğu da. en fazla iki günde bitecek bu kitabı özellikle yavaş yavaş, bir haftaya yayarak okudum çünkü sevgi soysal’la mümkün olduğunca uzun zaman geçirmek istedim. keşke ömrü daha uzun olsaydı. bu ülkenin yetiştirdiği en şahane insanlardan. iyi ki yaşamış. 💜
12 Mart sürecinde kendini koğuşta bulur Sevgi Soysal. Bir değil, iki kez. Tanıdık yüzler de vardır etrafında. Ona yabancı kişileri de tanır zamanla, malum koğuş küçük, acıların büyüklüğü yanında. Aklın almayacağı şeyleri taşır içinde o koğuşlar. Dolar taşar yataklar, biri gider bir diğeri gelir. Erik için çocuk gibi heyecanlanan kadınlardır bunlar. Kitap sırası bekleyen, 13 yaşındaki mahkum çocuğa göz kulak olan kadınlar. Kalbi, elleri, uzun saçları olan kadınlar. Kalpleri soğur, elleri kırılır, saçları kesilir. Bunların hepsi olurken yapmayacakları tek şey ise şu olur: Unutmak. . Eğer bir kitabı karın ağrısıyla, dişlerinizi sıkarak okuyorsanız o kitabı kolay kolay unutamazsınız. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu benim için bu kitaplardan oldu. Evet Sevgi Soysal’ın duruluğundan yakıcı cümlelerine Tante Rosa ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nden aşinaydım. Ama bu kitapta başka bir kanadımdan vuruldum. 1960-71 ve 80 süreçlerini incelerken; ‘erkeklerden erkeklerin hikayelerini’ öyle çok dinledik ki. Öyle çok okuduk ki evde bekleyen eşleri, bacıları, anaları.. Evde beklemeyip, meydanda olanlarını; eksilenlerini, parçalananlarını ise görmedik. Ancak çok derine indiğimizde görebildik belki. Kendilerini koğuştan çıkardık ama pek çok hikaye hala koğuşların karanlığında, havada asılı.. . Okumanızı çok istediğim bir kitap bu. Belki de bildiklerinizi anlatıyor, sizin de kaybettiklerinizi. Ama bir de Sevgi Soysal’dan dinleyin. Onca acıya rağmen içinde hala sevgi barındırabilen Sevgi Soysal’ı.
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu yer yer gözlerim dolarak yer yer de sinirden dişlerimi sıkarak tamamladım. 12 Mart’ı izleyen günlerde, Ankara’da ağırlıkla siyasi mahkumların olduğu bir hapishaneyi anlatıyor Sevgi Soysal. Bizzat orada olduğu -hem de bir değil iki defa- için olduğu gibi aktarıyor her şeyi. Tahliye olana “benim için dondurma ye, karpuz ye” demek zorunda bırakılan, onca yoksunluğa yaratıcılıkla cevap vererek hayata tutunan mahkumlara Behice Boran, Oya Baydar, Selçuk Baran, Sevim Onursal ve daha nice tanıdık isim eşlik ediyor. Çok gerçek, çok acı. Her şey değişse de ülkenin insanına yaşattığı asla değişmiyor. Sevgi Soysal'ı ne zaman okusam hayranlığım artıyor.
Yazar 12 Mart döneminde yaşadıklarını, cezaevi günlerini sade bir dille anlatmış. Her sayfayı merakla çevirdim. Sevgi Soysal'ın ağzından o döneme tanıklık etmiş gibi oldum.
12 Mart dönemini anlamak isteyenlerin okuması gerek bence. Bütün dünyada ideolojiler yaşıyor ama onların peşinden giden insanlar ve onların yakınları sürünüyor, işkenceler çekiyor. Dünyada barış içinde yaşamanın hiçbir yolu yok bence , çünkü dinler, dünya görüşleri, ülkelerin ekonomik çıkarları buna izin vermiyor.
Sevgi Soysal bu kadar ağır ve acı dolu bir döneme dair tanıklığını acıyı görünmezleştirmeden, o şiddeti göstermekten çekinmeden ama yine de, bütün bunlara rağmen şiddet ve acıyı değil, dostluk, dayanışma ve her şeye rağmen neşenin sesini yükseltebilmiş bu anı kitabında. Okuduktan sonra aklınızda kalan travmalar silsilesi değil her şeye rağmen birbirine dair inanç oluyor. Sevgi Soysal'ın dilini çok seviyorum. Çok genç bir yaşta veda etmiş olması ve yazdıklarının bir noktada sonuna geleceğim düşüncesi üzüyor beni 💔
Sevgi Soysal'ın Yıldırım Bölge'de geçirdiği bir yıllık hapishane dönemine tanıklık etmiş oldum. Anlattığından çok anlatmadıkları var şüphesiz ve kendi başına gelenler o dönemde aynı süreci yaşayanlara göre daha "beyaz" kalıyor. kendisi bizzat işkence görmemiş, sıra dayağı yememiş, aç susuz bırakılmamış yani. fakat anlattığı bu görece beyaz hali bile korkunç, tahammülü zor. okurken ben zorlandım, yaşayanlar nasıl sağ kalmışlar hayret ediyorum. her Sevgi Soysal okuduğumda aynı şeyi hayretle fark ediyorum, ısrarla da yazıyorum. bu ülkede hiçbir şey hiçbir zaman değişmiyor. kısır döngü halinde aynı şeyleri yaşayıp gidiyoruz. bakalım nereye kadar.
Ülkemizin siyasal ve hukuki alanda bir adım bile ilerleme sağlamadığının kanıtlarından biri olan kişisel anlatı kitabı. Sevgi Soysal'ın 12 Mart döneminde yaşadığı hapishane günleri anlatılıyor burada.
"Hiza meselesi her bir işin başı ve de sonu. Hiza, Türk'ün buluşu olan bir komünistlikle mücadele metodu. Bizim öz bağrımızdan kopmuş, titreye titreye bulunmuş, kökü dışarıda olmayan bir metod."
Selçuk Baran'ın 13 yaşındaki kızı Ayda Baran'ın tutuklanmasını, cezaevinde iken idamları yaşamasını, o yaşta yargılanıp altı aya mahkum olmasını okumak büyük bir şok oldu benim için.
Yazardan okuduğum ilk eser oldu. Edebi açıdan çok güçlü olmasa da soranlara tavsiye edebileceğim ve hep aklımda kalacak bir kitap olacak benim için.
sevgi soysal bi kere okunduğunda mutlaka aşinalık bırakıyor insanın zihnine. uzun zaman önce okumuş olsam da hissediyorum bunu yıldırım bölgede.
12 mart faşizmi bütün bi genç kuşağın üstünden silindir gibi geçmiş, türkiye'nin aydınları, gazetecileri de bundan nasibini almıştı. sevgi soysal da onlardan birisi. bu kitapta o faşizmi kıvrak zekasıyla, incelikli bakışıyla gözler önüne seriyor. hem çok önemli bi tanıklık hem de çok kafa açıcı tahliller.
Çok erken kaybettiğimiz büyük yazarımız Sevgi Soysal'ın tüm eserlerini geçmişte okumuştum. Yıllar geçip de yaş kemale erince yeniden okunası kitapların başına Soysal'ın kitaplarını da ekledim.
Soysal'ın 12 Mart cezaevi anıları hem çok canlı bir insan manzarası sergiliyor hem de inanılmaz bir vicdani ve edebi üslup içeriyor. Üzerinden 50-55 yıl geçse de tazeliğini hiç yitirmemiş bir kitap. Hala capcanlı. Sevgi Soysal gibi...
"...Kırmızı, sulu bir karpuz dilimini, iyi bir şiirden daha çok düşündüğüm bugünlerde, bu şiirin tadını almış olmam bile sevindiriyor beni..." "...Çiğdem, alçılı kolu, bembeyaz yüzü, geçirdiği bunalımın donuklaştırdığı bakışlarıyla, faşizmin koparıp fırlattığı bir çiçek.." CEZAEVİNDE KİTAP OKUMAK "...Oysa aramızda iki günde bir kitap deviren hızlı okuyucular var. Daha yavaş okuyanlar daimi bir baskı altında. "İkinci Adam'ı bitirdin mi?" "Sen Türkiye'nin Düzeni'ni yarın bitir, onu Nina'ya ver. Nina'nın okuduğunu Feyziye alacak, ben sana yarın 'Osmanlı İktisat Tarihi'ni veririm. . ." Kitabı zamanında okuyup bitiremeyen yanıyor. Bitirmeden devretmek zorunda..." ÇAY "...Sonra, "çay" dediler. Çay, biz Yıldırım Bölge sakinleri için tılsımlı bir sözcük. Nefis demlenmiş çayı içtik. Yatak dengim o sıra geldi. Alt koğuşta 11 kişiyiz. Dördü Yıldırım Bölge'den, beşi cinayeten , ötekiler kız satma, yaralama. Demli çayları içtim art arda. Kızma ama, bol bol da cigara. Beynim boşalmıştı, ne tarihleri hatırlıyordum , ne de olayları. Uzun süredir kendimi nasıl sıktığımı , duygularımı bastırdığımı , devamlı ölçülü ve hesaplı olmaya çaba göstermekten çok çok yorulmuş olduğumu anladım. Anlatırken, başım havada, taş gibi yaşamış olduğum olayların , aslında yüreği kaç parçaya bölebilecek yönlerini kavradım ansızın. Ansızın üzülmenin hayatın bir parçası olduğunu hatırladım burada. Herkesin "ah, of" çektiği, küfredip dövüştüğü, kaderine ağladığı, aslında içaçıcı olmayan bu yerde ben, taş bir heykelden bir canlıya dönüştüm yeniden. Bana burada yeniden "merhaba" diyen hayatı coşkuyla karşıladım ve en kötü yüzüyle de olsa beni yeniden insanca karşılayan , yüksek duvarlarıyla dış dünyadan koparılmış da olsa, içinde hayatı, memleketimi, insanlarımı yeniden bulduğum bu yeri sevdim. Belki de merkez cezaevini ilk seven insanım ..." EDİP CANSEVER"...Böyle bitiyor Yıldırım Bölge'den sivile gönderilişimin hemen ardından yazdığım mektup. Mektubun sonunda, yine Edip'ten bir dize. "Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar çok alıştım ki. Ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki..." "...geçsin istiyorum ya "dışarıyı" düşünemiyorum. Uzun süre buzdolabında dondurulmuş bir et gibi, dışarı çıkarılınca kokmaktan, bozulmaktan korkuyorum . Ve böyle bir "dışarı"dan, şimdiye kadar hiçbir şeyden korkmadığım kadar korkuyorum ..." "...Gün batımlarını sevmem. Güneş bütün görkemiyle üstüme abanıyormuşçasına ezilir içim. Güneşin batışıyla birlikte içimin de kararması gerekirmiş gibi kasvetlenirim. Aydınlıkla karanlık arasındaki bu geçiş dönemi boyunca sürer bu kasvet..."
seray’dan özenip biraz da suçlulukla ilk kez sevgi soysal okuyorum: ne insanca, ne yaşam dolu!
bir ‘mağduriyet’ edebiyatı değil hiç, ama belki tam da bu yüzden gözlerim yaşara yaşara, yer yer hem gülümseyip hem kinlenerek bitiriyorum kitabı, tam anlamıyla içimi allak bullak ediyor.
ve elli küsür sene sonra erk sahipleri, bu erkek devlet hâlâ aynı pişkinlikte.
“Tüm Sevgi Soysal kitapları bitince, ben ne okuyacağım!” diye bitiriyorum Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu. Okurken, 12 Mart döneminin baskılarını hissediyorum ama kendimi Sevgi Soysal’la birlikte gülmekten ve yıkıcılığa karşı alay etmekten alıkoyamıyorum. Sanki ben de elimden alınmış bir demlik çayın kinini tutuyorum, ben de kutluyorum Mümtaz ile birlikte o yasak bölgeden geçerek “yıldönümü”nü. İyi ki yazmış, keşke daha çok yazsaymış. İyi ki yaşamış, keşke daha çok yaşasaymış.
“Uzun sure buzdolabinda dondurulmus bir et gibi,disari cikarilinca kokmaktan, bozulmaktan korkuyorum. Ve boyle bir disar dan, simdiye kadar hicbir seyden korkmadigim kadar korkuyorum”
O dönemin hapishane anıları içinde okuduğum en güzel anı kitabı. Sanki yaşanmış bir dönem değil de hayal ürünü bir hikaye. Anlatım o kadar akıcı dil o kadar yalın ki. Kitabın içerisine sürüklenmemek mümkün değil.
Ülkenin korkunç halleri trajikomik hallerini mizahi ve alaycı bir tonla anlatmayı başarmış Soysal. Aziz Nesin geldi nedense sıklıkla aklıma Yıldırım Bölge'yi okurken. Ne acılar ne saçmalıklar üzerine yaşatılmış insanlara ne bedeller ödemiş okumuş yazmış hayatını kurmuş insanlara paranoyaya bağlamış bir hükümet yüzünden. Bugüne kadar gelmiş hükümetler ve ne yazık ki halkın azımsanamayacak bir kısmı nasıl da korkmuş okuyan, bilen, öğrenme aşkıyla tutuşmuş, hakkını arayan, daha iyi, daha demokratik bir hayatı arayan insanından gencinden. Faşizmin korkusu ve paranoyalarını kendi Yıldırım Bölge Koğuşu deneyimleriyle anlatmış Sevgi Soysal. O dönemin entelektüelerinden hapis yolu görmemişi kalmamış sanırım. Ne acı. Onca işkence, eziyet, ölüm.
sevgi soysal is one of my favorite writers ever— so she needs to have a short love and appreciation post. having to share the same first language almost seems like a privilege, she was always like i’m going to write the most beautiful and raw literature you’ve ever read and comforting in a state of sorrow that can never be resolved. she was imprisoned because of apocryphal charges of obscenity and communism after the 71’ military coup in turkey. it’s a memoir/autobiographical novel that uniquely and masterfully focuses on various characters through a lens of critical consciousness. she’s so effective at using irony and her narrative, her works will stay with me probably for the rest of my life.
sevgi soysal'ın okuduğum ikinci kitabı. iyi ki yazmışsın Sevgi. senin kadar güzel o dönemi, bu gündelik mapus hayatını kim anlatabilirdi bilmiyorum. tüm komiklikleri, hüznü, sessizlikleri, işkenceleri, muziplikleriyle Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu'nda bir süre yaşadım sayende. Hukuksuzluk hep aynı hukuksuzluk yıllar sonra da ne yazık ki. isimleri geçen, sadece ilk isimleri geçen karar verici makam sahiplerinin, işkencecilerin, herhangi bir güce ulaştığı anda kendini kraldan çok kralcı sananların büyük çoğunluğu öldü. bu pislik sistemlerini aktarmayı başardılar ama. bol bol küfür ve beddualar ettim hepsine bunu okurken.
Sevgi Soysal; 12 Mart döneminde 1 yıl kadar yaşadığı hapishane ortamın, koğuş arkadaşlarını, günden güne değişen (sertleşen) koşulları sanki alaycılığa vurursa yaşananlar hafiflermiş gibi mizahla ve büyük bir samimiyetle anlatıyor.
Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge kadınlar koğuşundaki anılarından oluşan bu kitap, her ne kadar okurken insanı çeşitli duygulara sürüklese de Soysal’ı tanımak için çok önemli. Hayata bağlılığını, azmini, yaşadığı acı şeylerden bile bir şeyler üretmeyi bilmesini çok takdir ettim.
Uzun zamandır okuduğum en iyi kitaplardan biri olmakla beraber 12 Mart dönemini yalın bir dille aktarmış olması, kitabı daha da değerli yapıyor gözümde.
“Oldum olası, kurallar içinde yaşamaya zorlandığım zaman, uymak zorunda bırakıldığım kurallardan daha katisini kendim koyarım. Bu bana dıştan gelen baskıyı kendi coğrafyam içinde tesirsiz bıraktığım düşüncesi verir”
Er-tutuklu, er-kadın, er-militan gibi kavramların yalın, ironik ve eleştirel bir bakış açısıyla anlatıldığı bu romanda ideoloji, suçlu, suç, gerçeklik, yasa gibi bir çok konunun aslında ne kadar kaygan zeminler olduğuna dair çok güzel yorumlar var.
12 Mart döneminde kadın siyasi suçluların getirildiği bir hapishane Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ve Sevgi Soysal da romanda orada geçirdiği günlerini anlatıyor. Dönemle özdeşleşmiş olan idam, tutuklanma, bölünmeler, işkence ve yasaklar gibi yaygın konular Sevgi Soysal ve koğuştaki diğer kadın tutukluların deneyimleri doğrultusunda aktarılıyor.
Sosyo-politik ve tarihsel gerçekliğin bireysel gerçeklikten süzülerek anlatılması baskın ideolojilerin yarattığı söylemi sorgulamak için çok güzel bir zemin hazırlamış bence. Mekanın hapishane olması ve farklı görüşlerden birçok insanı bir araya getirmesi de dönemin yer trajik yer yer absürt ama her koşulda endişe yaratan hissiyatını samimi bir şekilde gözler önüne seriyor.
Çok severek okudum. Oldukça hareketli yıllarda bir siyasi koğuşun misafiri gibi hissettim kendimi. Hem o yıllara olan ilgimden ötürü çok sevdim hem de sanki sevgi soysalla daha yakından tanıştım. Bir roman değil, anılardan oluşuyor.
Acaba ne zaman okumuştum, ilk kısmı güldüren ikinci bölümü acıtan bir anlatıydı ama aklımda çok kalmamış. Yazlığa gidince bakayım orada mı bırakmışım acaba. Ek: okuduğum zamanı buldum.
Yazarların, özellikle sevdiğim yazarların anılarını -yine bilhassa siyasi anılarını- okumayı çok seviyorum. Mina Urgan'ın Anıları'nı okurken de ilk başlarda sıkıldığım olmuştu hatta çok ara verdim kitaba ama siyasal kısmını bir solukta okumuştum, bu kitap için de yine aynısı oldu. Üstelik Sevgi Soysal'ın sonsuz nahifliği beni büyülüyor, Sıkıyönetimin cezaevi koşullarında bile o nahifliği korumayı başarmış ve Oya Baydar'ın dediği gibi "içindeki insan sevgisiyle" yazmış. O dönemdeki olanlara dair çok şey okumama rağmen Sevgi Soysal'ın ağzından, onun o sonsuz kucaklayan üslubuyla okumak yer yer ağlattı yer yer güldürdü beni. Faşizm koşulları altında mizahın politik bir silah olarak var olması. Toplama kampından farkı olmayan ortamlarda bunun nasıl olabileceğini yaşamadan tam olarak anlayamayız ama bu metinde bir nebze anlaşıldığını düşünüyorum açıkçası. Kitap öyle ki, uzun zaman sonra bir kitabı tek oturuşta soluksuz okudum.
‘68 kuşağı denilince herkesin aklına gelen isimlerden farklı, o kuşağın görünmeyen tarafını, kadın devrimcileri anlatan bir anı kitabı bu. soysal beraber hapiste kaldığı behice boran’ı, thko’lu kadınları, thkc’li öğrencileri, mahkum öğretmenleri anlatıyor. o kadınların anılarını, tartışmalarını, komikliklerini, sinirlendikleri olayları, birbirlerine olan sarsılmaz dayanışmayı, sevgiyi, saygıyı, fikir ayrılıklarını ve örgütlülüğü okumak çok çok çok keyifliydi. hem o devrimci kuşak hakkında hem de sevgi soysal hakkında çok şey öğrendim bu kitapta. kahramanlaştırdığımız ve mitleştirdiğimiz insanları samimi bir dille insancıllaştıran soysal müthiş bir anı kitabı yazmış. bayıldım.
Kitapta anlatılan tarihle şimdiki zaman arasında 40 küsür yıl olmasına rağmen cezaevlerinin, cezaevlerine girenlerin ve onların yakınlarının hissettiklerinin değişmemesi üzüyor beni. Cezaevlerinde hala haksızlıklar, doktora ulaşamama ve dilekçelere cevap verilme konusunda eksiklikler var. O kadar güzel yazmış ki Sevgi Soysal, yer yer çok hüzünlenip yer yer de güldüm. Direnmeden yaşanmıyor !
yıldırım bölge kadınlar koğuşunda geçen bir anı kitabı ama tüm döneme ışık tutuyor. o dönemi, işkenceleri, ölümleri ve haksızlıkları derinden anlamak isteyen herkesin okumasını kesinlikle öneriyorum. okuduğum en çarpıcı kitaplardan biriydi ve sevgi soysal'a büyük bir ilgi duymamı sağladı, diğer kitaplarını da kesinlikle okuyacağım
sevgi soysal çok sevdiğim bir yazar, yıldırım bölge kadınlar koğuşu ise, her şeyiyle, en sevdiğim metinlerinden biri. bu kitabı yıllar sonra yeniden okuyunca çok heyecanlandım ve üzerine bir yazı yazdım, meraklısı için buraya da ekliyorum, iyi okumalar: https://catlakzemin.com/yildirim-bolg...