Sen sus be herif, dedi; burada yalnız ben konuşuyorum. Ve Hünkâra yüzünü çevirdi: Şu ağayı, bu ağayı, şu veziri, bu veziri keserken Budin gibi bir kale elden çıkarken, babam gibi yiğitler Ciğerdelen'de cayır cayır yanarken, sarayında suçsuz kadınlar denize atılırken ölümü düşünmüyordun. Şimdi tahtsız kalınca mı yüreği ne ölüm acısı çöktü? Kırk yıldır padişahlık ediyorsun, hâlâ mı erce davranmayı öğrenmedin? Yazık sana Avcı Mehmet, yazık. Kötü bir can için bu kadar korku çekilmez. Ben Deli Muradın, anam Gülbeyaz'ın, babam Kara Mehmet'in öcünü işte aldım, seni devirdim. Budin'de yarı aç şehit olanlar, bu yaptığım işi sinlerinde sezerlerse sevineceklerdir. Haydi, pabuçlarını giy kendi ayağınla zindanına gir. Orada ağlaya ağlaya belki yüreğinin karasını biraz giderirsin, ömrün tükenince yerin altına temizce girersin. Şimdi ölürsen ahirette de halin yaman olur. Çünkü suçun büyüktür, içinin karası koyudur.
Biraz sonra, o, yeni Hünkârla kardeşi Ahmed'in kırk yıldan beri hapsedildikleri odaya kapatılmış bulunuyordu. İki oğlu da yanına konulmuştu, babalarına arkadaş yapılmıştı.
Küçük Kara Mehmet, bütün bir yurdu yıllarca inim inim inleten Hünkârın diri diri mezara koyulduğunu gözüyle gör dükten sonra içinde bir sızı duydu: Bre Avcı. Mehmet, dedi, sen ettiğini buldun amma, bu çocuklara yazık oldu, çünkü onlar suçsuz ceza çekiyorlar, fa kat vebali, senin yerine geçen adamın boynuna. Emri veren odur. Haydi Tanrı yardımcın olsun, İnşallah çabuk ölürsün, kıvranmaktan kurtulursun.
Bu son söz, eski padişaha yeni endişeler aşıladığından çırpınıp yalvarmaya, hayatının korunması için genç Sipahiden yardım dilenmeye koyulmuştu. Kara Mehmet, erkeğe yakıştıramadığı sızlanışlara sırtını çevirip ayrılırken mahpus, inledi: -Aslan oğlum, biraz dur, sana bir armağan vereyim. Belki onu gördükçe beni hatırlarsın, bana ölüm sunulmasına rıza vermezsin.
Hem bu sözleri söylüyor, hem parmağından çıkardığı, bir yüzüğü genç Sipahiye uzatıyordu. Küçük Kara Mehmet, bir bakışta kendine armağan edilen yüzüğü tanıdı ve yine bir lâhzada sert bir karar aldı: -Ver, ver, dedi, bu yüzük artık yerini bulmalıdır.
Asıl adı Mehmet Samih Fethi'dir. Gümülcine ve İstanbul Vefa idadîlerine devam etti. Özel hocalardan Arapça, babasından Farsça dersleri aldı. Sivas valisi Reşid Âkif Paşa'nın kâtipliğini yaptı. 1909'da İstanbul'da Birinci Belediye Dairesi muhasebe başkâtipliğine tayin edildi. Üsküp İdadîsinde öğretmenken İstanbul'a döndü. Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat gazetelerinde 'S...' imzasıyla Servet-i Fünûn'da Bedreddin Mümtaz adıyla, İçtihat ve Rebab'da kendi adıyla yazdı. Samsun ve Amasya'da tahrirat müdürlüğü, Remadiye ve Yalvaç'ta kaymakamlık, Çorum ve Kayseri'de mutasarrıflık yaptı. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanında Sivas mebusu idi. Üsküdar mutasarrıfı iken 1922'de idarî görevden ayrılarak kendisini tamamen yazı hayatına verdi. İstanbul'da öldü. M. Turhan Tan imzasıyla yazdığı konusunu tarihten olan romanlarıyla tanınır. 30 kadar olan bu tür romanlarının bazısı tefrika hâlinde gazete sayfalarında kalmıştır. Romanları: Âli Maceralar (1912), Cehennemden Selâm (1928), Sevinç Han (1931), Gönülden Gönüle (1931), Kadın Avcısı (1933), Üç Ay Yatakta (1934), Akından Akına (1935), Cem Sultan (1935), Viyana Dönüşü (1937), Hürrem Sultan 1937), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Hint Denizlerinde Türkler 1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Osmanlı Raspotini Cinci Hoca (1962), Cengiz Han (1962). Gezi notları: Avrupa notları (1938), Derlemesi: Timurlenk (1935), Tarihte Türkler İçin Söylenen Büyük Sözler (1936), Tarih Musahabeleri (1937), Atatürk (1939), Tarihî Fıkralar (1962).