What do you think?
Rate this book
160 pages, Paperback
First published January 1, 2011
Hiç şüphe yok ki toplumun bütünü her zaman iki veçhe içerir. Bu veçheler, Çin felsefesindeki yin ve yang gibidir: Bu iki ilke hem çatışır hem birbirini tamamlar — yang'ın içinde yin, yin' in içinde de yang vardır daima. Toplum hem bir makine, hem de bu makinenin ürettiği iş demektir. Buharlı makine gibi entropi üretir, motor gibi de düzen. Bu iki veçhe —düzen ve düzensizlik uygarlığa yaklaşmak için başvurabileceğimiz iki tarza tekabül eder: kültür ve toplum.
Kültür, belli bir uygarlıktaki insanların dünyayla kurduğu ilişkilerin toplamından oluşur; toplumsa bu insanların birbirleriyle kurduğu ilişkilerden.
Kültür düzen yaratır: Toprağı ekip biçer, evler yapar, nesneler imal ederiz. Buna karşılık, toplumlarımız fazlasıyla entropi - üretir. Güçlerini dağıtır ve toplumsal çatışmalar, siyasi mücadeleler ve bireylerde yarattığı ruhsal gerilimlerle kendi kendilerini tüketirler. Başta temel aldığı değerler durmamacasına yozlaşır. Hatta diyebiliriz ki yaşadığımız toplumlar çatılarını gitgide kaybeder, neredeyse darmadağın olur ve kendilerini oluşturan bireyleri birbirlerinin yerine geçebilen kimliksiz atomlara indirger. (64-5)
İktisatçı —olur a unuttuğunda antropoloğun hatırlattığı şudur: İnsan sürekli daha fazla üretmeye teşvik edilemez. Çalışırken, aynı zamanda doğasının derinlerine kök salmış birtakım arzuları tatmin etmeye de uğraşır: Birey olarak kendini gerçekleştirmeye, nesnelere damgasını vurmaya, çalışmaları aracılığıyla öznelliğine bir nesnellik kazandırmaya gayret eder.
İlkel denen toplumlar işte bu bakımlardan bize örnek olabilirler. Bu toplumlar, üretilen zenginlikleri ahlaki ve toplumsal değerlere dönüştürmeyi amaçlayan ilkeleri temel alırlar: Bir işte şahsen başarı elde etmek, akrabalara ve komşulara saygı göstermek, ahlaki ve toplumsal açıdan itibar kazanmak, insan ile doğa ve doğaüstü dünya arasında uyum kurmak. Antropolojik araştırmalar, insan doğasının bu farklı unsurları arasında uyum kurulması gerekliliğini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Ayrıca sanayi uygarlığının bu uyumu yok etmeye yöneldiği her yerde, antropoloji bizleri uyarabilir ve uyumu tekrar kazanmak için izlenecek yolları gösterebilir. (67-8)
"Keza uzun zamandır bel bağlanan, asla sekteye uğramayacak bir maddi ve manevi ilerlemeye duyulan inanç da en büyük krizini yaşıyor. Batı tipi uygarlık vaktiyle kendi kendisi için geliştirdiği modeli yitirdi ve bu modeli diğer uygarlıkları artık sunamıyor. Öyleyse gözlerimizi başka yöne çevirip insanlık durumu hakkında tefekkürlerimizin hapsolduğu geleneksel çerçeveleri genişletmemizin zamanı gelmedi mi?" s.15
"Başkalarına baktığında, onlarda kendisine benzeyen şeyler insana çarpıcı gelir. Tarihçiler, arkeologlar, felsefeciler, ahlakçılar ve yazarlar kısa süre önce keşfedilmiş halklardan insanlığın geçmişine dair sahip oldukları inançları onaylamalarını istemişlerdir öncelikle.
...
Hatta insanları incelerken çok önem taşıyan olayları görmezden gelinmiş, yadsınmıştır. Zira sonraları Jean-Jacques Rousseau'nun kaçınılmaz olarak dediği gibi, 'ortak özellikleri keşfetmek için, önce farklılıkları incelemek gerekir'.
...
Bu münferit ve tuhaf şeyler, dikkati çeken ve başlı başına önemli telakki edilen fenomenlerden çok daha uyumlu bir düzene sahiptir kendi aralarında." s.19
"Antropoloğun kendine özgü olan kültürler arasındaki farklara gösterdiği dikkat ve duyduğu saygı, yaklaşımının özünü oluşturur. Dolayısıyla antropolog, her toplumun kendi bünyesinde bir kusur ya da eksik gördüğünde içinde meşrebine uygun olanı seçeceği bir formüller listesi oluşturmaya kalkmaz. Bir topluma özgü formüller başka bir topluma aktarılamaz. ... bunların eşyanın tabiatında bulunduğunu ve kendisininkilerle uyuşmayan değer sistemlerine sahip olan başka toplumlara bunları fütursuzca dayatabileceğini sanmaktan vazgeçirir." s.40
"O halde, 17. yüzyıldan beri, bilimsel düşüncenin mitik düşünceye radikal bir şekilde karşıt olduğu ve bunlardan birinin öbürünü çok geçmişten bertaraf edeceğini düşünüldüğü olmuşsa da, şimdi aksi yönde bir hareketin başlayıp başlamadığını sorabiliriz kendimize. Tarihsel bilginin bizler için bile mitlerle yakın bir bağ olduğunu göstermeye çalıştı. Göründüğü gibi bilimin kendisi bir hayat tarihi bir dünya tarihi olma yönünde ilerliyorsa, bilimsel düşünce ile mitik düşüncenin uzun süre farklı yollar izledikten sonra bir gün birbirlerine yaklaşmaları ihtimalini yok sayamayız." s.73
"Zira her şeyden önce, askeri bir anlayışa sahip, dinamizm ve pragmatizmle dolu olan, Japon `feodalizmi` denen şeyin Avrupa feodalizmi ile ancak yüzeysel benzerlikleri vardır. Aslında son derece özgün bir toplumsal örgütlenme biçimini temsil eder. Daha 16. yüzyılda Japonya, sanayisi olan bir ulustu ve on binlerce zırh, kılıç bir süre sonra da top ve tüfek üretip Çin'e ihraç etmişti.
...
Batı'ya hiçbir şey borçlu olmayan bir ticaret ve finans kapitalizmi Meiji restorasyonundan önce gelişme halindeydi." s.89