Gürhan Öztürk's Blog
July 25, 2025
BÜYÜMEYİ BAŞARAMADIM
BÜYÜMEYİ BAŞARAMADIM...
07/11/2021 tarihinde yazdığım bir yazıyı koymak istedim....

Büyümeyi başaramadım.
Beni korkuların vetakıntıların kontrol eden bir zihnin mücadelesiyle yıllarımı verdim. Başardığımher şey sadece kendime boş bir ispattan öteye gidemedi. Hiçbir zaman mutluolamadım. Akademik başarıymış, çıkan bir kitapmış, bir sınav notuymuş, birkızın elini tutmanın oyuncak zaferlerden öteye gidememesinin tek nedeni SezenAksu’nun şarkısında olduğu gibi yaşımın hala on yaşında 99 depreminde yıkılmaküzere olan apartmanda üçüncü katta balkondan salonun camına atlamak zorundakalırken yıldızların ne kadar yakınımızda olduğunu fark ettiğim o anda kalmışolması. Ondan sonra büyüme hızım bedenime yetişemedi bir türlü, kabullenmekistemedim ve büyüme mücadelem herkesten çok farklı bir yönde ilerledi.
Hayalgücümün derinliklerinde yazdığım hikayelere, bilgisayar oyunlarına, abudikgubidik fantastik diyarlara ve süper kahramanlara tutundum ve dış dünyadankendimi soyutladım. Zaten ne kadar yaşayacaktım ki ölüp giderim diyordum, amabaktım lise bitmiş, üniversiteye geçmişim, baktım o da bitiyor, öğretmenolmuşum, hop başka olayların içine girmişim, ama kendimle olan mücadeleme birtürlü son noktayı koyamamışım. Alfabedeki harflerin neredeyse yirmisinisöyleyemeyen ben, gece korkuları, çekingenlik, bakımsızlık, başarısız derslerkendimin en kötü halini gördüm ve onu artık tamamen geçmişte bir yerlerebıraktım.
Büyüdüğünü anladığın an tek kelime ile geliyor, o da kontrol. Ben neistersem oyum, ne yazarım ne akademik dünyadan biriyim ne öğretmenim ne birhayat arkadaşıyım, insanlar adımı hala inatla yanlış söylüyor olsalar da ben busaydıklarımın hiç birisiyim, ben sadece Gürhan’ım ve bundan sonra beni hiçbirkorku hiçbir takıntı hiçbir hayalin kontrol etmesine izin vermeyeceğim, engerçek halimle korkusuz, büyümüş ve tek başıma yettiğim yere kadar yaşayacakolan bir ben var.
Ben varken var dünya ben yokken varsın olmasın…
August 23, 2014
Son İnsan - 31
“Hayır, maalesef yapamıyorum. Dediğim gibi benden daha güçlü bunu yapan kişi.” diye açıkladı Kedi Çocuk umutsuzca, General’in elini tutuyordu ve odaklanmaya çalışıyordu. Yaşlanmış General’e nasıl yardımcı olabileceklerini düşünüyorlardı. Illyra çözümü rahatlatmakta bulmuştu, General’in başına daha rahat yastıklar koyarak işe başlamıştı. Arada bir öksüren General daha iyi hissediyordu artık, nefes alış verişi düzelmişti. “Bu bir felaket. Sözlük anlamıyla tamı tamına bir felaket.” diye söyleniyordu Kara Altın. “Hiçbir şey daha bitmedi. Bu şekilde bitemez.” diye bağırdı Starfell. O esnada umut yeniden yaşarmaya başlamıştı hiç beklenmedik bir şekilde hem de. General Serhat yavaşça normal haline dönmeye başlamıştı. Yaşlılığı geriye doğru gidiyordu ve olması gereken yaşta da durmuştu. Derin bir nefes aldıktan sonra yataktan kalkan General keyifle: “Sanırım derse hazırız.” dedi. “Bu nasıl oldu?” sorusu herkesin sorduğu sorulardan ilkiydi, ama mucize deyip geçmekten başka yapacak bir gelmiyordu ellerinden. Herhalde bunu yapanın gücü anca bu kadar yetiyordu ya da isteyerek yaptığını geri almıştı. “Daha iyi hissediyorsunuz ya, General?” diye sordu Illyra, kendi hazırladığı portakal suyunu General’e uzatırken. “Teşekkür ederim, Illyra. Daha iyiyim, ilgilendiğin için sağol.” dedi general ve bir dikişte portakal suyunu içti. Illyra odadan çıkarken General: “Artık aramızın yine eskisi gibi olmasına sevindim.” diye belirtti.
“Bir şey değiştiği yok, General. Hala size güvenmiyorum.” diye karşılık verdi Illyra....
August 22, 2014
Son İnsan - 30
İstanbul trafiği o gün iyice felaketti. Buna neden olan şey ise bir çantaydı. Durağın birinde unutulmuş olduğu keşfedilen çantanın polislere haber verilmesiyle olay büyümüştü. Okul çantasıydı aslında sadece. Fakat artık her an her şeyin olabildiği bir dünyada yaşamaktalardı. Bomba imha ekipleri çantanın etrafını sarmışlardı. Birazdan uzaktan patlatacaklardı. Birden bir üniversite öğrencisi polislerin yanına yaklaştı. Hızlı hareket ediyordu ve heyecanlıydı bayağı bir. Gözlüklü, saçı kısacık bir şekilde daha yeni kesilmiş, uzun boylu biriydi. Bir terörist izlenimi uyandırmıyordu. “Bir yanlışlık var ortada. Durakta bir saat kadar önce çantamı unutmuştum. Oradaki benim çantam.” diye bağırıyordu genç polislere. Öğrenci kartını gösterdi ve polislere oradaki çantanın kendisine ait olduğunu söyleyip durdu. Sonunda polisler ikna oldular ve bomba imha ekibi de olay yerinden çekildi. Öğrenci de çantasına kavuşmuştu. Ama tam çantayı bıraktığı yerden alacaktı ki beklenmedik bir şey oldu. Bir patlama yaşandı ve durağın çevresindeki polisler ile meraklı halktan insanların tamamı patlamanın etkisiyle geriye savruldular. (On yıl önce, İstanbul)
Hastaneye iki ambulans varmıştı. İkisinden de trafik kazasına karışan iki ailenin yaralı üyeleri indiriliyordu. “İki erkek. İki kadın. Üç çocuk. Acil durum! Hemen ameliyat odalarının hazırlanması lazım.” Efla yarı baygın bir haldeydi. Ne kadar çok acı çekerse çeksin hiçbir şey hissetmiyordu. Buna neden olan kendisiydi. Şu anda hem kendi ailesi hem de diğer aile kendi hatasının bedelini ödüyordu. Ameliyat başlamadan evvel doktora zor duyulan bir sesle fısıldıyordu: “Beni değil, onları kurtarın! Lütfen!”
Doktor pek dediğiyle ilgilenmiyordu bile, Efla’ya anestezi uygulandıktan sonra ameliyat başladı.
August 20, 2014
Son İnsan - 29
(Beşinci Gün) Kahvaltı yaparken kimse ses çıkartmamaya dikkat ediyor gibiydi sanki. Marker yemekhaneye giren talihsiz sinekleri kaşığın ucuyla fırlatmış olduğu küp şekerlerle yere indirerek vakit geçirmeye çalışıyordu. Bu mide bulandırıcı görüntüyü izlemekten sıkılan Ozan, Rüyacı’ya tavla oynamayı önermişti. Memnuniyetle bu teklifini kabul eden Rüyacı, Ozan ile beraber balkona çıktı. “Beyaz mı siyah mı?” diye sordu Rüyacı. “Fark etmez.” diye yanıt verdi Ozan. “Olur mu öyle şey? Tarafını bilmek önemlidir, evlat. Haydi seç birini, ama dikkatli düşün. Biliyorsun, oyunda bile bu kararın geri dönüşü yoktur.” Ozan beyaz taşları seçtiğinde Rüyacı’da nedense rahatlama olmuştu. Ama herhangi bir yorumda bulunmadı. Starfell en sonunda: “Bayağı zaman geçti. General bugünkü eğitime başlamayacak mı?” diye patladı. Illyra: “Ben odasına bir bakmaya gideyim en iyisi.” diye önerdi. Manuel hemen: “Ben de geliyorum seninle.” dedi ve ikisi beraber General’in odasına ilerlediler. Kara Altın arkalarından: “Bana mı öyle geliyor yoksa aralarında üç harfli bir ilişki mi başlamak üzere?” diye konuştu. “Dedikodu yapmak bize yakışmaz, aynı şey senin içinde geçerli.” dedi Efla. “Bu dedikodu değil ki, gözlem. Hıh!” diye bozuldu Kara Altın. Illyra’nın çığlıkları duyulduğunda herkes yerinden kalktı ve General’in odasına koşturdu. Manuel, General’in yatağının başındaydı ve nabzını ölçüyordu. “Öldü mü?” diye sordu ilk odaya giren Firble. “Sen karar ver.” diye yanıt verdi Manuel. General Serhat yaşlanmıştı. Bir anda seksen yaşındakine haline dönmüş gibiydi. Bu yüzden de yataktan kalkacak kadar bile gücü kalmamıştı. Bu yüzden de kimselere durumunu haber verememişti. Herkes doğal olarak Kedi Çocuk’a dönmüştü. Ama General’in odasına bile girmediği konusunda yemin etti hemen ve tahminini söyledi:
“Bunu o yaptı. Gemiye yaptığının aynısını şimdi General’e yapmış olmalı.”
August 19, 2014
Son İnsan - 28
Bu sefer basın mensuplarına yakalanmadan jete geri dönmeyi başarmışlardı. Herkes sessizdi. Konuşacak zaten kimse bir şey bulamıyordu. Olan şey belliydi. Takımdaki herkes birkaç gündür kendilerini bu dünyada özel yetenekleri olan bir tek kendileriymiş gibi inandırmışlardı. Şimdi dışarıda bir sürü tehlikeli yeteneği olan insanın olduğunu iyice fark etmişlerdi. Belki de bugünün dersi buydu. General biliyordu olayın arkasında özel yeteneklilerden birisinin olduğunu ve bu yüzden de eğer bu proje başarısız olursa dünyayı ne gibi felaketler bekliyor onu göstermek istemişti. Ama bilmedikleri şey General’in gemiyi batıranın da kim olduğunu bildiğiydi. Geri döndüklerinde sıkıntıyla başını yastığa koymuştu General Serhat. Kimseye bir şey dememişti bile. Herkes tesise dönünce dağılmıştı. Ne yapacağını bilemez halde öylesine takılıyorlardı. Serhat ise yorulduğunu hissediyordu artık. Daha sadece dört koca gün geçmişti ve bir haftanın sonunda bu projenin başarılı olacağını ispatlaması gerekecekti. Takımından memnundu aslına bakılırsa, korktuğu şey başkalarıydı, bu projenin başındaki insanlardan ve gerçek amaçlarından daha çok korkuyordu. Kedi Çocuk, Illyra ve Manuel ile beraber gizli toplantılarından birini yapmaktaydı. Manuel bu sefer yanında çizdiği bir resmini de yanında getirmişti. Bunu geldiği ikinci gün çizmişti, sadece Illyra’ya bahsetmişti ama ona bile göstermemişti. “Genelde çizimlerinde gerçekçi olmaya özen gösteririm. Yani eline tabanca çizerim, elinde tabanca belirir. Bir insanı yanımızda çizerim, o insan yanımızda belirir değil mi? Ama bu sefer biraz ileri gittim, ya tamamen alakasız bir şey çizersem de gerçekleşir mi diye merak ettim. Korktuğum için hiçbir zaman denemediğim bir şeydi bu.” diye açıkladı Manuel. “Ne çizmiştin ki?” diye merakla sordu Kedi Çocuk. “En iyisi göstersem daha iyi.” dedi ve çizimini gösterdi. Kedi Çocuk yutkunarak konuştu: “Bunu çizerken kendinde miydin?” “Sanırım yeteneğimi denemek istemiştim, özellikle sen bana daha on üç yaşımda öylesine çizmiş olduğum bir çizimin bile gerçekleşmiş olduğunu ima ettiğinde.” “Bunun gerçekleşme ihtimali nedir ki?” diye sordu Illyra. Çizime bakınca o da korkmaya başlamıştı. “Çizimdeki takvime göre daha üç günümüz daha var.” diye belirtti Manuel. “En azından zamanını belirtmişsin, aman ne güzel.” dedi Kedi Çocuk sıkıntıyla.
“Yani eğitimin son gününde gerçekleşecek bu olay.” dedi Illyra. Zaman onlardan mı yanaydı yoksa değil miydi, bunu artık zaman gösterecekti.
July 21, 2014
Koruyucular

İzmir’in tarihi okullarından biriydi İzmir Kız Lisesi. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Atatürk tarafından açılmıştı. Karma sisteme geçtiği halde tarihi bir okul olması maksadıyla ismi değiştirilmemişti. Okul bir ana bina bir de ek binadan oluşmaktaydı. Sol tarafında askeriye yer almaktaydı. Askeriyenin olduğu tarafın yakınında bir şelale akardı. Üst tarafına futbol sahası onun altına da basketbol ve voleybol sahası yapılmıştı. Ana binanın spor salonu, kantini, yatılı bölümü ve müdürenin bazı geceler kaldığı kuleye benzeyen yapısı arka bölümündeydi. Ortada törenlerin yapıldığı bir alan ve yanında da küçük sınıfların bulunduğu ek bina yer alıyordu. Giriş çapraz bir şekilde ilerleyen bir merdivenle karşılıyordu gelenleri. Üç katlı merdivenli girişin ikinci katında güvenlik vardı. Okulun çoğu yerine güvenlik kamerası da yerleştirilmişti. Okulun kütüphanesi ana binanın ikinci katında ve ön tarafında yer alıyordu. Kütüphane de sadece kitaplar yoktu. Üç tane bilgisayar da öğrencilerin ihtiyacını karşılamak için alınmıştı. Okul tam gündü. Yani 08.30’da dersler başlar, Pazartesi ve Salı günleri dokuzuncu sınıflar hariç 16.00’da diğer günler de tüm sınıfların dersleri 15.15’te biterdi. Saat 12.00’da öğle tatili verilirdi. Okulun hem yemekhanesi hem de kantini vardı. İsteyen istediği yerde yiyebilirdi. Okulun kütüphanesinde öğle tatili, iki arkadaş Gürhan ve Egemen ders çalışmaktaydı. Gürhan hafif kilolu, orta boylu, gözlüklü, esmer ve kepek sorunu yaşadığı için saçı azalmaya başlamış biriydi. Türkçe ve tarih dersleri yani ezber dersleri çok iyiydi. Bu dersleri iyi olmasına rağmen sayısal bölümdeydi. Şimdi zar zor liseyi bitirmeye çabalıyordu. Egemen zayıf, esmer, saçını kestirmemeye kararlı, matematiği kuvvetli, çabuk öğrenen bir zekâya sahip biriydi. Çabuk sinirlenirdi. Fazla konuşmayı da sevmezdi. Tüm amacı üniversite sınavından iyi bir puan alıp istediği bir üniversiteye girmekti. Kütüphanede fazla öğrenci yoktu. Egemen fizik çalışıyordu. Gürhan da dalgın bir vaziyette onu izlemekteydi. Diğer öğrencileri rahatsız etmemek için kısık sesle konuştu: “Egemen!” “Ne var?” “Bak. Rüyamda çok harika bir şey gördüm.” Egemen fizik kitabından gözlerini ayırıp Gürhan’a döndü: “ Yine ne gördün?” “Rüyamda uçabiliyordum. Rüzgarı bile hissettim.” Egemen sıkkınlığı belli edercesine bir bakış attıktan sonra: “Bir daha pencereyi açık unutma. Üşütüyorsun.” Gürhan, Egemen’in dediğini duymazdan geldi. Heyecanla gördüğü rüyanın devamını anlatmak istiyordu: “Seni de gördüm” Egemen öylesine: “Ben ne yapıyordum?” “ Saat gecenin bilmem kaçıydı. Sen Göztepe İskelesi’ndeydi. Vapura biniyordun galiba. Birden suya atladın.” “Sonra?” “Bir daha yüzeye çıkmadın.” “Bu mu?” “Hayır. Ama ben senin boğulmadığını biliyordum.” “Peki gerçek olan neymiş?" “Sen sanki denizde bir yunusa tutunmuş derinlere iniyordun. Boğulmak gibi bir endişen yoktu. Çok mutluydun.” Egemen kitabını kapattı. Sert bir ifade takınarak: “Gürhan, itiraf et. Altına mı yaptın?” “Çok komik.” “Bence değil. Bence sen artık bırak bu işleri. Bak bu fizik, Gürhan. On üç, birinci bölümde; on üç, ikinci bölümde toplam yirmi altı soru eder.” “Anlıyorum.” “Bence anlamıyorsun.” Gürhan sinirle ayağa kalktı: “Ben sınıfa gidiyorum.”
“Gerçekler acıttıysa özür dilerim, dostum. Bu senin iyiliğin içindi.”
July 10, 2014
Kendi Anlatımımla "Varoluş"
------------
Eskiden beri amatör hikâyeler yazıp dururdum, bu öyküler benim kaçış yerlerimdi. Hayal gücüm ile beraber arzu ettiğim her yerde olabiliyordum ve her şey benim elimdeydi. Ortaokulda yazdığım bir hikâyeyi hatırlıyorum, adı Cehennem Tacı idi ve yazdıktan sonra annemler on adet olarak matbaada baskısını yapmışlardı ve ben de onu arkadaşlarıma dağıtmıştım. Tabi şimdi düşününce saçma olabilecek bir konusu vardı, yıllar önce dünyamıza gelen uzaylıların yenildikten sonra insanlar tarafından dünyanın derinliklerindeki zindanlara atılışları ve günümüzde ise bu zindanlardan kaçmanın bir yolunu bulmalarıyla beraber dünyamızı yeniden istila etmelerinin öyküsünü anlatıyordu. Kim bilir belki yıllar sonra yazarın çocukluk öyküsü bir anlam kazanır yeniden, neyse lisede olayı daha bir abartmıştım ve aklıma ne eserse yazmaya başlamıştım. İnsanların yazdıklarımı okumasını istiyordum, bir bu nedenle bir de isim bulmakla uğraşmamak adına sınıfımdaki arkadaşlarımın isimlerini kullanıyordum karakterlerim için. Böylece bazı arkadaşlarımın yazdıklarımla da ilgilenmelerini sağlıyordum. Ama asıl yazarlığımın ilerlemesinde lise sonda karsıma çıkan bir sitenin katkısı vardır, orada yazdıklarımı paylaşıyordum ve insanlar okuyup yorum yazıyorlardı. Orada çevremden daha fazla dost edinmiştim, bu malum sitenin adı Frpworld idi çoğunuz bir şekilde biliyorsunuzdur hatta orada sizin de bir sürü anınız vardır diye tahmin ediyordum. O site bana çok şey kattı, eskisi gibi olmasa da hala ayakta duruyor olması bile benim için çok önemlidir. Zaten ilk romanımı elinize aldığınızda teşekkür metninde de Frpworld'ün adını göreceksiniz. Ben biyoloji bölümünden mezun oldum ve simdi de yüksek lisansıma devam ediyorum, orada gördüğüm derslerden birinden etkilenerek oluşturduğum bir romandır Varoluş. Aslında bu da bir seri olarak planlandı ve üçleme şeklinde düşünüyorum tabi beğenilirse. Adından dolayı yayınevi aslında uyarmıştı, belki de haklılardı. Çünkü roman olduğunun anlaşılmama riski vardı ki sanırım oldu da. Romanda bir felsefi altmetin de var, bölümlerin her birinin işlediği bir tema var ve o temaya uygun şekilde romanın ana karakteri olan Poyraz okurlara kendi fikirlerini paylaşıyor bolüme geçmeden evvel. Romanın kurgusunu oluşturan felaketi direk basında anlatmadığımdan okur için başta gizemli olarak görülebilir olaylar, bu nedenle okurların felaketin kendisiyle romanı okurken tanışmalarını istiyorum. Sadece bilimsel bir temeli olduğunu ve her an olabilir bir durumun işlendiğini söyleyebilirim, yanlış olmasın diye ders kitaplarımı karıştırarak yazmıştım hatta sırf bunun için de bir bilim insanı karakter ekledim romana. Bu karakterin amacının okurlara olayın bilimsel boyutuyla tanıştırmak olduğunu belirtmek isterim, bu yüzden kendisi hem mekân hem de olaylar acısından biraz uzak kalabiliyor romandaki diğer karakterler ile. Roman tüm dünyada gerçekleşen bir felaket üzerine kurulu, ama Türkiye'de geçiyor ana olaylar. Bir de dediğim gibi hem felaketi açıklamak hem de dünyanın geri kalanına ne olduğuna açıklık getirmek için ayrı bir mekân ve bir karakter daha ekledim. Yine de romanın geçtiği yeri direk burası şu şehir diye belirtmedim, yerler ve mekânlar hepsi gerçek, tasvirleri de aslına uygun ama neresi olduğunu okura bıraktım ki yazarın nerede oturduğunu bilene yanıt hazır aslında. Ben bu romanı yazarken şunu ele almak istemiştim, şu anda iyi kötü bir düzende yaşayıp gidiyoruz ama tamamen dünyamız değişse ve aslında hayatımızdaki bazı şeylerin insanlar tarafından oluşturulmuş değerler olduğu fark edilse neler olurdu sorusuna yanıt vermeye çalıştım. Normal dünyada rahatlıkla karsı çıkabileceğimiz bir ideoloji ya tamamen bitmiş bir şehirde insanlığın hayatta kalmasını sağlayacak tek kurtuluş yolu olarak görülmeye başlanırsa, insanlar bunu kabul ederler miydi, dahası karsı çıkanlar neler yapardı? Tabu olmuş bir sürü şey her an karakterlerin karsısına çıkabiliyor ve Poyraz bu konuyu okuyucu düşünsün diye ortaya atıyor öncelikle. Ahlak, özgürlük, aile gibi daha genel konular dışında rahatsız edici olabilecek durumlarla da karsı karsıya kalıyor karakterler. Yani benim önceliğim aslında bunlardı yazarken, daha çok psikolojik yönden bir hikâyesi var kendi içinde. Ama sadece böyle felsefe kokan bir işleyişi de yok, macera romanı sonuçta kendisi ve Poyraz da gayet hayatta kalmayı başarabilen biri olarak yer alıyor romanın içerisinde. Samuray kılıcıyla özdeşleşmiş durumda kendisi, diğer karakterlerde de simgesel anlatıma katkı olması için kişiliklerinin daha iyi anlaşılmasını sağlayan bağlı oldukları nesneler var. Kendi içerisinde dört ana hikâye barındırıyor bu roman. İlkinde bir arayış öyküsü var, Poyraz kaybettiği kızı yerine koyduğu Yeliz'e uygun bir yuva bulma arayışında, kendisi de yaslı olduğundan fazla vaktinin olmadığının bilincinde. Onlarla beraber göçebe bir hayatın içerisine giriyoruz, farklı ideolojilerin hüküm sürdüğü yerleşim yerleriyle tanışıyoruz. Poyraz grubuna farklı karakterde yoldaşlar da almaktan çekinmiyor. Onların da her biri ilginç ve hem Poyraz'a hem de okurlara sorgulanan konu hakkında farklı bakış acıları gösterecekler. Romanda belli bir taraf yok, her karakter kendi düşüncesini söylüyor ve ben de yazar olarak sadece bu düşünceleri aktarmaya çalışıyorum. Bu arayış macerasının yanında ikinci olarak esas olarak islenen diğer hikâye ise Reis'in yükselişi. Kendisine Reis diyen bu insan yıkık şehirde kendi sınırlarını çiziyor ve insanlara hayatta kalmaları için bir yol sunuyor. Tabi ona karsı çıkan bir grup da söz konusu. Burada insanların zor durumda kaldıklarında başta iyi niyetle başlayan bir işin içerisine kibir ve ego girdiğinde nasıl yozlaşabileceğini işlemeye çalıştım. Hatta kimilerine göre romanın asıl sürükleyici ögesi bile oluşturan tarafı Reis'in hikâyesi. Poyraz'ın arayışı ve Reis'in yükselişi romanın esas kısımları, bir de iki yan hikâye daha var. İlkinde yine tek bir yerleşim yeri var ve burada daha çok inanç kavramının yorumlanması işleniyor. Çadırkent adını alan bu bölgede Hoca Efendi insanlara liderlik ediyor ve aşırı acımasız tedbirler almaya başlıyor. Bazen yaptıklarına kızılıyor, bazen de kendisini savunuyor ve arka planda işlenen olaylardan ötürü hak verildiği de oluyor. Burada da secimi okura bırakıyorum, ben sadece olayları aktarıyorum ve karakterlerin kendi düşüncelerini ben yorum katmadan okuyucuyla paylaşıyorum. Romanın dördüncü ayağını da gemi oluşturuyor. Burası sağ kalan yöneticilerin ve bilim insanların toplandığı gizli bir yer, burada okuyucu biraz daha olayın hem bilimsel hem de küresel boyutuna girebiliyor. Burası biraz olsun okura bazı konularda açıklık getirmek amacıyla eklenen kısımları oluşturuyor, yine de çok az da olsa ana olaylarla bağlantı kuruluyor tamamen ayrı olarak sunulmuyor. Bir de yazım tarzından da bahsedecek olursam her bolüm bir tema çevresinde gelişiyor ve Poyraz birincil bakış acısından bize kendi düşüncelerini sunuyor. Devamında ise romanda sekiz ana karakterin bakısından normal bir anlatım söz konusu, buna en iyi Taht Oyunları'nı örnek verebilirim, zaten bazı sürprizleri bozmamak adına demek istemiyorum ama bu esere de gönderme yapmadan duramadım. Karakterlerin okurken daha iyi akılda kalacağını düşünerek George Martin'in yazdığı usulde her bir geçişte o karakterin adını belirttim, ama tamamen onun tarzında değil daha kısa kısa geçiyor her bir karakterin kısmı ve bu sayede de merak unsurunu devreye sokmaya çalıştım. Umarım sevilen bir kitap olur diye umut ediyorum, çünkü şu anda devamını yazıyorum ve ikinci kitabını da çıkartmak istiyorum. Bilim kurgu, macera, hayatta kalma ögeleri barındıran bu romanımın bu tarz romanlardan hoşlanan insanların zevkle okuyacağına inanıyorum. Son olarak diyebilirim ki kitabın sonuna geldiğinizde aklınızda soru işareti kalmasın, bu bir seri olduğundan ilk kitabın ana konuları olarak bahsettiğim bazı kısımlar finale bağlanıyor ve felaketin kendisi ile ilgili de bir gelişme yaşandığından o nokta tam ilk kitabın sonu için en uygun yerdir, bana bitirenlerin hak vereceğine inanıyorum tabi burada bırakılır mı diye kızanlar da olursa onların da başımın üstünde yeri var. Sürprizleri hem bozmak istemiyorum ama bir yandan da okurla aramda bir güven sorunu çıkmasını da engellemek istiyorum. Beni yazar olarak tanımayanlar başta tarzımı garipseyebilirler, ben biraz gizemi çok severim ama aman Lost yüzünden gizemli hikâyelere karsı bir önyargı da oluşabiliyor artık, sakın tereddütte kalmayın gerçekçilik ve bilimsellik romanın esasını oluşturuyor. Görüşleriniz benim için değerlidir, bazı karakterlere sinir olabilirsiniz, tatmin olmadığınız kısımlar olabilir, ama kıyamet sonrası kurgu diye geçer ya işte ondan pek fazla ülkemizde yerli yazarlardan göremiyoruz benim amacım esasında da her türde bizden hikâye çıkabileceğini de ispatlamak yani yerli yazarlara olan önyargıları kırmada okur desteği burada çok önemlidir ve en azından ben bir yazar olarak sadece kendimiz için değil asıl birileri okusun diye yazdığımıza inanıyorum, hayat paylaştıkça güzel...
July 4, 2014
Son İnsan - 27
Siyah limuzinde yaşlı adam konuğunun gelmesini bekliyordu elinde viski bardağı. Gazetelerin tamamını bitirmişti. Konuğu da en sonunda gelmişti. Gelen General Serhat’tı. “Durumumuz nedir?” diye sordu hemen yaşlı adam. “On taneye ulaştı sayımız. Dilediğiniz gibi on ikiye tamamlamadan projeyi başlatmayacağız.” diye yanıt verdi General. “Son iki için adayın hangileri?” “Aslında sizin için de uygunsa önce Bursa’ya uğramak istiyordum. Orada bir oyuncakçı dükkanı işleten yaşlı bir adam varmış ve Ozan’a göre de işimize yarayacak özel bir gücü var.” “Rüyacı. Evet, onu duymuştum. İyi bir tercih olur kendisi. Peki başka?” “Ağrı Dağı’nda olan felaketi duymuşsunuzdur. Yakın zamanda oradaydım ve inanmayacaksınız belki ama bu felakete neden olan şeyin bir kazı çalışması değil, çok güçlü patlamalar yaratabilecek kadar tehlikeli bir asker olduğunu düşünüyoruz. Kendisine Starfell diyor, dosyasını incelemek isterseniz getirdim. Çok tehlikeli biliyorum, ama aynı zamanda vatansever bir asker olduğu için projede yer alması gerektiğini düşünüyorum, Başkanım.” “Sana bu konuda güveniyorum, yoksa olacakları biliyorsun, General. O yüzden istediklerini takımına alabilirsin, yeterki ikna et.” General’in kendine güveni gelmişti ve yaşlı adamın başka söyleyecek bir şeyi kalmayınca da limuzinden inmek için kapıya yanaştı. Ama birden yaşlı adam General’in iki eline de kavradı. Sıkıca sıkmaya başladı ve General acıyla haykırdı. Bir süre sonra iki eli de yaşlanmaya başladı. “Eğer başarısız olursan mezarın bile olmayacak, anlıyorsundur umarım.” General Serhat’in bağırmaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. Yaşlı adam da General’in kendisinin ne demek istediğini iyice kavradığını düşünmüş olacaktı ki iki elini de bıraktı. Bıraktığı gibi de General’in elleri normal haline geri dönmüştü.
“Ben en iyisi hemen yola çıkayım.” diyebildi General ve limuzinden çıktı.
July 3, 2014
Son İnsan - 26
Sonunda teknelerdi. Basın ordusundan kurtulmuşlardı. Evren sinirliydi ama: “Ne kadar güzel oldu bu işte! Kimliklerimizi öğrenmişlerdir çoktan.” “Merak etmeyin, o konu halledildi. Hiçbir kamera çektiği görüntüleri aktarmayı başaramadılar.” diye rahatlattı General. “Bu yüzden mi benim kameralara bir şey yapmamı istememiştin?” dedi Klik hemen. “Evet, hiç birinizin o kadar insanın önünde özel yeteneklerinizi göstermenizi istemedim. Bu büyük sıkıntılara gebe olabilirdi. Neyse ki bizde de ekipman yok değil, limuzinlerimizde bu tür durumlar için önlem alınmıştı önceden. Kameralar çektikleri görüntüleri hiç yere gönderemiyor, dahası çektikleri her şey de siliniyordu. Muhabirler arasından sizi tanıyan yoksa sorun olmayacaktır, bir tek Ozan’ın görünmemesi lazımdı. Onu da hallettik diye düşünüyorum.” Manuel ile Illyra durumdan memnun görünüyorlardı. İkisi de rahatlamışlardı. Rüzgarın keyfini çıkartıyordu Illyra. Manuel ise konuşmaya nasıl başlayacağını düşünüyordu. En iyisi direk konuya girmek diye düşündü: “Sanırım sana bir özür borçluyum.” “Anlamadım?” “Basın karşısında öyle elini tutmam pek uygun bir davranış değildi. O kadar insana yanlış bir görüntü sunmuş olduk. Bizi şey sanmışlardır.” “Ney sanmışlardır?” “Anla işte ne olacak. Sevgili filan işte.” “O anda insanların bunu umursadığını sanmıyorum. Dahası o anda ikimizde endişelenmiştik ve cesarete ihtiyacımız vardı.” Manuel konuşmanın gidişatından memnun olmuştu. Konuşmaya devam etmenin ilişkilerine fayda mı zarar mı getireceği konusunda tereddütleri vardı ama. “Ne oldu? Sessizleştin birden.” “Hiç sadece benden rahatsız olmamana sevindim.” “Neden öyle düşünmüştün ki en başta?” “Eski anılar sadece. Genelde kızlar benden pek hoşlanmazlardı da.” Illyra kendini tutamadı ve gülmeye başladı. Anlaşılan ergenlikte kalmış sorunları vardı karşısındaki insanın. Reddedilmek gibi kötü bir anısı da olmalıydı. Manuel, Illyra’nın gülmesini iyiye işaret olarak yorumlamak istese de eski anılar bir türlü zihninden çıkmıyordu. Kedi Çocuk geminin battığı noktaya yaklaştıkça heyecanlanmaya başlamıştı. Sadece onun hissedebileceği bir şeydi bu, nasıl anlatacağını da bilemiyordu. Ama olayları çözmeye başlamıştı, en azından geminin nasıl battığını anlamıştı. “Hepinizin etrafıma toplanmanızı öneriyorum, çünkü birazdan size bir geminin nasıl olur da ortada bir delik yokken batmış olduğunu anlatacağım.” Hepsi Kedi Çocuk’un çevresindelerdi. Kedi Çocuk anın tadını çıkartmak istiyordu. Kimsenin bilmediği şeyleri o biliyordu. Bilginin gücü tarif edilemez bir şeydi. Paranın, aşkın, bedenin gücü kadar fark edilemese de Kedi Çocuk bilgi sahibi olmayı her şeye değer bulurdu. Bu yüzden hayatını her konuda kendini geliştirmeye adamıştı, eh ne de olsa zaman konusunda bir sıkıntısı da yoktu. “Anlat bakalım, Kedi Oğlan.” dedi Firble ve Kedi Çocuk anlatmaya başladı. “Benim yeteneğimi biliyorsunuz. Bir nesneye dokunduğumda onu yıllar önceki ya da sonraki haline döndürebiliyorum. İşte burada da olan bu. Birisi gemiyi bundan bana kalırsa elli yıl sonrasına döndürmüş ve geminin bundan elli yıl kadar sonra yüzecek kadar sağlam olmadığına inanıyorum. Gemi battıktan sonra da gemi yine günümüzdeki zamanına geri getirilmiş, bu yüzden de hiçbir yerinde delik bulunamadı.” “Ama anlayamıyorum, uydudan incelenen görüntülerde gemi hiç de batarken eskimiş gibi görülmüyordu.” dedi General Serhat. “Çok basit. Sadece geminin alt tarafına uygulamış bunu, böylece aşağısı eskidi mi yine iş bitmiş olacaktı. Sanırım bu da bizi daha korkunç bir gerçeğe götürüyor.” diye yanıt verdi Kedi Çocuk. “Neymiş o gerçek?” “Benim yeteneğimden olup da benden daha güçlü olan biri daha var. Dokunmadan, uzaktan kocaman bir gemiyi ve sadece geminin istediği kısımlarını zamanda yolculuğa çıkartabilecek kadar güçlü hem de.”
General Serhat konu hakkında bir yorumda bulunmadı, ama yüzlerinde okunan şey Kedi Çocuk’un yaptığı bu tahminin onu rahatsız ettiğiydi.
June 27, 2014
Son İnsan - 25
Son İnsan - 13 ve Son İnsan - 19
(Üç ay önce, İzmir)
Tekrar Asansör’deydi. En son buraya ta lise yıllarındayken gelmişti. Buranın manzarasını çok severdi. Burada durur ve saatlerce düşünürdü, hayaller kurardı. Yalnız yaşamanın bedeliydi bu belki de. Yanına yaşlı bir adam oturana kadar da yalnız olduğunu düşünüyordu. Yaşlı adam gazetesini okumaya başlamıştı. Gazete başlıkları o günlerde hep aynıydı, dünyanın bir çok yerinde artık terörist gruplar özel yetenekleri olan insanları kendi ülkesi tarafından korunamayacağı konusunda inandırıp yanlarına almışlardı ve bu da bir sürü çatışmayı, katliamı da beraberinde getirmişti. Çoğu ülkenin bu tür olaylara tepkisi sertti. Türkiye ise hemen karar vermek istemiyordu, konuyla ilgili birkaç yasa teklifinde bulunmuşlardı siyasetçiler ama en çok bugünlerde yakında General Serhat’ın başa geçeceği bir proje tartışılmaktaydı. Projenin içeriği hakkında fazla bilgi verilmiyordu, özellikle özel yetenekleri insanların kimliklerinin açıklanmaması için gerekli bir önlem olduğu öne sürülerek. “Siz ne düşünüyorsunuz?” diye sormadan edemedi Firble yaşlı adama. “Efendim?” “Bu konuyla ilgili. Özel insanlar.” “Benim gençliğimde yoktu böyle insanlar bunu bilirim ben.” dedi iyi bir espri yaptığını düşünüp kendi kendine gülmeye başlayan yaşlı adam. Ama sonra ciddileşmeye başlamıştı yaşlı adamın yüzü ve konuşmaya devam etti: “General Serhat’ın başında olacağı projeye güvenim var, inanıyorum ki olması gereken sonunda neyse olacak.” O sırada arkada siyah bir limuzinin yanaştığını fark ettiler. Yaşlı adam ayağa kalkarak: “Ah, bu benimkiler. Almaya geldiler. Size iyi günler dilerim.” dedi ve arabasına doğru ilerledi. Limuzine bindikten sonra şoförüne: “General Serhat’ı bağlayın bana.” dedi. Şoförü de: “Hemen, Başkanım.” diye karşılık verdi.
Firble ise “Olması gereken sonunda neyse olacak.” diye tekrar ediyordu yaşlı adamın sözlerini.